Hür Katip | Bilim Kültür Sanat Edebiyat

İSLAM BÜYÜKLERİNDEN İBRET ALMAMIZ GEREKEN HAYATIMIZA YÖN VERECEK NASİHATLER VE TAVSİYELER


Câfer-i Sâdık(r.a) Hazretleri diyor ki: “Allah’u Teâlâ, üç şeyi üç şeyde gizlemiştir:

1) Rızâsını tâatinde gizlemiştir. Bu sebeple O’nun tâatinden hiçbir şeyi küçük görmeyin; belki rızâsı o şeydedir.

2) Gazabını günahlarda gizlemiştir. Onun için hiçbir günahı küçük görmeyin; belki gazabı ondadır.

3) Evliyâsını mü’min kulları arasında gizlemiştir. Bu sebeple mü’minlerden hiç kimseyi hor görmeyin; belki o, Allah’u Teâlâ’nın velî kuludur.” (EbûTâlipMekkî, Kūtü’l-Kulûb, I, 347; Gazâlî, İhyâ, IV, 49.)

Sonra Câfer-i Sâdık(r.a) Hazretleri şunu da ilâve eder:“Duânın kabûlünü de kendisine yapılan duâlarda gizledi. Onun için duâyı terk etmeyin; belki kabûlü o duâdadır.”(Gazâlî, İhyâ, IV, 49).

[Cenâb-ı Hakkʼın rızâsı bâzen büyük, bâzen orta, bâzense küçük bir şeyde gizlidir. Bu itibarla müʼmin, büyük-küçük ayırt etmeden, bütün sâlih amelleri, kaçırılmaması gereken birer fırsat bilmelidir.

Hz.Ebû Bekir -radıyallâhuanh- halîfe olmadan önce, civârındaki yetim kızların koyunlarını sağıverir, ihtiyaçlarını karşılardı. Müslümanların halîfesi olduğu zaman, artık hayat şartlarının değişeceği ve bu gibi küçük görünen hizmetlerle ilgilenemeyeceği düşünülmüştü. Fakat değişen hiçbir şey olmadı. Hz.Ebû Bekir (r.a)kendisi için büyük bir nasip bildiği bu hizmeti de, aynı mütevâzı hâliyle îfâya devam etti. (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 80; Sarıçam, Hz. Ebû Bekir, s. 82.)

Zira Cenâb-ı Hakkʼın hangi sâlih amel hürmetine kulunu sevip râzı olacağı, yalnızca kendisinin mâlûmudur. Bu hakîkatin mefhûm-i muhâlifince; Allah’uTeâlâʼnın gazabı da bâzen büyük, bâzen orta, bâzense küçük bir günahta tecellî edebilir. Bunun idrâki içinde olan ârif kullara, en küçük günahlar bile, dağlar kadar ağır gelir. Fakat gâfillere ise, en ağır günahlar bile, âdeta tatlı bir mûsikî gibi hafif gelir. Onlar, içine düştükleri sefâleti saâdet zannedecek kadar gaflet sarhoşluğu içinde ömür tüketirler.


Sahâbe-i kiramdan Abdullah ibn-i Mes’ûd(r.a)şöyle der:

“Mü’min, günahını, altında oturduğu ve sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağ gibi görür. Bu koca dağ üzerime düşer mi, diye korkar durur. Fâcir ise, günahını burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür.” (Buhârî, Deavât, 4; Müslim, Tevbe, 3)

Bu bakımdan müʼmin, günahlar hususunda da sevaplar hususunda da büyük-küçük ayırt etmeden, hepsine gerekli îtinâyı göstermeli, bunların ilâhî bir imtihan hükmünde olduğunu, dâimâ göz önünde bulundurmalıdır. Bütün meseleleri îman firâsetiyle değerlendirmeli, her an hassas bir gönülle Hakkʼa kullukta bulunmalıdır.

Bu meyanda; “her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bilmek” düsturunu, hiçbir zaman hatırından çıkarmamalıdır. Zira kulların Allah katındaki değerini, Allahʼtan başkası bilemez. Cenâb-ı Hak, kıymet ve üstünlüğü “takvâ” şartına bağlamıştır. Takvâ ise kalptedir. Kalbin pencereleri sadece Allâh’a açıktır. İnsanların kalplerindekileri bilmek mümkün olmadığından, Hak katında kimin daha üstün olduğu da bilinemez. Bu bakımdan ibâdullâhʼı istikār, yani Allâhʼın kullarını hor görmek, dolaylı yoldan kendini üstün görmek mânâsına gelir ki, bu hâl, İslâm ahlâkıyla aslâ bağdaşmaz. Cenâb-ı Hak, kullarını bu hâlden şöyle îkaz buyurur:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍۙ ﴿1

“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!”(el-Hümeze, 1)

Rasûlullah-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu beyanları da, bu hususta mühim bir ölçü mâhiyetindedir:

“Saçı-sakalı birbirine karışmış, eski-püskü elbiseler içinde, kimsenin îtibâr etmediği niceleri vardır ki, Allâh’a yemin etse, Allah onun yeminini boşa çıkarmaz.” (Tirmizî, Menâkıb, 54/3854)

“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin ehemmiyet vermediği, fakat «şöyle olacak» diye yemin etseler, isteklerini Allâh’ın gerçekleştireceği kimselerdir…” (Buhârî, Eymân 9, Tefsîr 68/1, Edeb 61; Müslim, Cennet, 47)

Demek ki müslümanın vazifesi, -kim olursa olsun- Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan beslemek, edepli olmak ve güzel muâmelede bulunmaktır.

Öte yandan, Kurʼân ve Sünnetʼte bildirilenler başta olmak üzere, bütün duâlara da, imkânımız ölçüsünde devam etmeliyiz. Zira hangi duânın kurtuluşumuza vesîle olacağı veya kimin duâsı hürmetine ilâhî rahmete nâil olabileceğimiz de meçhuldür.]

Câfer-i Sâdık(r.a) Hazretleri’ne: “Bize ne hâl oldu ki duâ ediyoruz, fakat duâmız kabûl edilmiyor?” diye sorulduğunda, Hazret şu cevâbı verir: “Çünkü siz, tanımadığınız bir Zât’aduâ ediyorsunuz!” (Kuşeyrî, er-Risâle, II, 424-425; Hânî, el-Hadâik, s. 130.)

[Müʼmin, Rabbinin kudret ve azametini tefekkür ettikçe, mârifetullahʼtan hisseler almaya başlar. Mârifetullah ise, Allâhʼı kalben ve yakînen tanımaktır. İbâdetlerin Hak katındaki makbûliyet derecesi de, kulun mârifetullahʼtan hissesi ölçüsündedir. Nitekim âyet-i kerîmede:

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذ۪ينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَۜ اِنَّمَا يَتَذَكَّرُ اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ۟ ﴿9﴾

De ki, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”(ez-Zümer, 9)buyrulur. Buradaki “bilmek”ifâdesiyle kastedilen ise; Allâhʼı bilmek, yani mârifetullahʼtır.

Ayrıca kul, Rabbini ne kadar tanıyabilirse, duâ ve ilticâlarını da o nisbette artırır. Kulun Rabbine yakınlığının ve Hak katındaki kıymetinin temelinde de, ihlâs ve samimiyetle îfâ ettiği ibâdet ve duâları yer alır. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

قُلْ مَا يَعْبَؤُ۬ا بِكُمْ رَبّ۪ي لَوْلَا دُعَآؤُ۬كُمْۚ ﴿77﴾

“Ey (Rasûlüm!) Muhammed! De ki: “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin!. (Ne işe yararsınız!)..” (el-Furkân, 77)

Bundan dolayıdır ki ârifmüʼminler, hayatın acı-tatlı bütün safhalarında, dâimâduâ hâlinde yaşarlar. Duâdan uzak durmak, kulun Hakkʼa uzaklığına işarettir. Esâsen bütün günah ve isyanların temelinde de, mârifetullahtanmahrûmiyet, yani Cenâb-ı Hakkʼı lâyıkıyla tanıyamamak zaafı yer almaktadır.

Nitekim Kâsım bin Muhammed -rahmetullâhi aleyh-, bir kişinin:“Falanca, Allâh’a karşı ne kadar da cürʼetkâr!” dediğini işitince, onu şöyle îkâz etmiştir:“Allâh’a karşı cürʼetkâr olmak, Âdemoğlunun haddine değildir! Ancak onun hakkında:«Allâh’ı ne kadar da az tanıyor!» diyebilirsin.” (İbn-i Asâkir, TârîhuDımaşk, c. 49, s. 180.)

Dolayısıyla Cenâb-ı Hakkʼı tanıyan bir müʼmin, Oʼna hiçlik, yokluk ve acziyet duyguları içinde ilticâ etmeyi, kendisi için zarûrî bir kulluk edebi bilir.

Ebû Hüreyre(r.a) Hazretlerinin rivayetinde Peygamber (s.a.v)Efendimiz buyurmuşlardır ki:“Sakın sizden biriniz duâ ederken “YâRabb, dilersen beni mağfiret eyle, dilersen bana merhamet eyle” demesin. İstediğini sağlamca ve kat’ıyyetle istesin. Çünkü Allah’ı şu veya bu işe zorlayabilecek hiçbir kudret yoktur.” (Buhârî, Deavât,, 21.)

Yine Ebû Hüreyre(r.a)ın bir başka rivayetindede: “Sizden herhangi biriniz” duâ ettim de kabul olunmadı” diyerek acele etmedikçe duâsı kabul olunur.” (Tirmizî, Deavât, 12)

Duâ eden duâsında ısrar etmeli, devam etmelidir. Her halde er veya geç müstecâb olur.

Bir de dünyâdamüstecâb olmasa bile kul bunu yine kendi lehine bilip Allah’dan ümidini kesmemelidir.


Hasan-ı Basrî(r.a) Hazretleri buyurur ki:

“Duâlarınız kabûl olunmayacak diye korkmuyorum. Sizin, duâ edemez hâle gelmenizden korkuyorum…”

Duânın kabul olunmadığı zannıyla duâyı terk etmek, şeytanın tuzağına düşmek demektir. Müʼmin, kendisinin apaçık bir düşmanı olan şeytana karşı, duâ silâhını aslâ elinden bırakmamalı, gönlünden taşan samimî duâları dilinden düşürmemelidir.

Duâ, Rabbimizʼin bir emri olması cihetiyle, mühim bir ibadet hükmündedir. Hattâ bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Duâ, ibâdettir. İbâdetin iliği ve özüdür. Allah katında O’na duâ etmekten daha kıymetli bir şey olamaz. Allah, kendisinden bir şey istemeyeni (duâ etmeyi kendisine yediremeyeni) azâba uğratır. Sıkıntı ve darlık zamanında duâsınınkabûl olmasını isteyen kimse, bolluk ve rahatlık zamanında da duâyı bol yapsın. Rabbiniz Hayy ve Kerîm’dir; bir kul, elini açınca onu boş bırakmaz. Kime ki duâ kapıları açılmıştır, ona hikmet kapıları açılmış demektir. Duâ, rahmet kapılarının anahtarı, mü’minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.” (Rûdânî, Cem‘u’l-Fevâid, 9219-20-21-22-25)

Bu bakımdan duâ -kabul edilsin veya edilmesin-, her hâlükârda müʼmine fayda sağlar. Zira bâzı duâlar kabul edilerek kulun daha hayatında iken murâdına ermesine vesîle olur. Bâzı duâlara ise, pek çok hikmete binâen icâbet edilmez. Bunun icâbeti ise âhirete tehir edilerek, kulun uhrevî mükâfatlara ermesine vesîle olur.


Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ ﴿186﴾

“(Ey Rasûlüm!) Kullarım Sana, Benʼi sorduğunda (söyle onlara): gerçektenBen onlara çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit, duâ edenin duasına dileğine karşılık veririm O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (el-Bakara, 186)

وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُون۪يٓ اَسْتَجِبْ لَكُمْۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَت۪ي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِر۪ينَ۟ ﴿60﴾

“Rabbiniz şöyle buyurdu: Bana duâ edin, kabûl edeyim. Çünkü Bana kulluk etmeyi ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar kibirlerine yediremeyenler, aşağılanarak Cehennemʼe gireceklerdir.” (el-Müʼmin, 60)

Velhâsıl müʼminin vazifesi, Rabbimizʼin emrine uyarak duâya sımsıkı sarılmaktır. Bilhassa da, icâbete en yakın zaman olan seherleri, duâ, istiğfar ve zikirden mahrum olarak geçirmemektir.]


Allah’u Zülcelâl yeryüzünde meydana gelen tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Dünyadaki ve evrendeki herşey Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara göre işler. Allah, sözlü duanın yanında insanların çabalarıyla dualarının gerçekleşmesini ne kadar arzuladıklarını göstermelerini beklemektedir. Bu da "fiili dua"dır.

Fiili dua, kişinin herhangi bir arzusuna ulaşmak için elinden gelen her şeyi tamamen yapmasını ifade eder. Bir insanın üniversite imtihanına girmek için form doldurması, dershaneye gitmesi, ders çalışması bir duadır. Bununla birlikte tüm bu işleri yaparken Allah'ın kendisine başarı vermesi için istekte bulunması da bir duadır. Fiili dua, sözlü dua ile birlikte yapılması gereken temel bir ibadettir.

Fiili ve sözlü duayı açıklayan bir başka örnek, tevbedir. İnsanın işlediği bir günaha karşılık tevbe etmesi ve bağışlanma dilemesi sözlü bir duadır. Ancak insanın sorumluluğu bununla bitmemektedir. Kendisini kötülükten koruması için Allah'a dua eden insanın, bu konuda bir çaba göstermesi, tercih yapması gereken durumlarda iradesine hâkim olarak doğru olan yolu tercih etmesi gerekmektedir. Yani tevbe edip vazgeçtiği kötü davranışına bir daha geri dönmemelidir. Bunlar ise onun fiili duasıdır.

Bir işin gerçekleşmesi için dua edip oturan insanın yapmış olduğu hareket ne kadar yanlış ise, tüm çalışmaları ve tedbirleri aldıktan, yani fiili duasını tamamladıktan sonra "bu işi ben tamamladım" diyerek sözlü dua etmeyenin yapmış olduğu davranışda o derece yanlıştır.

Fiili dua bir insanın sözlü dua ederek istediği şeyi, elinden gelen tüm gayreti gösterip, o işin gerçekleşmesi için gereken her şeyi yerine getirerek istemeye devam etmesidir. Örneğin bir insan su ister, ama suyun önüne gelmesini beklemez, gider suyu bardağına koyar ve sonra suyu içer. Yani Allah'tan istediği şeyin gerçekleşmesi için Allah'ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirip sonucunu Allah'tan bekler.


“Dört yerde semânın kapıları açılır ve duâya icâbet olunur:

1- Allah yolunda saf bağlandığı zaman,

2- Yağmur yağarken,

3- Namaz kılınırken,

4- Kâ’be görüldüğü zaman,”

“İki vakit vardır ki, semânın kapıları açılır. Bu vakitlerde duânın reddolunduğu çok azdır. Biri namaza kalkıldığı zaman, diğeri Allah yolunda saff-ı cihâdda bağlandığı zaman.” (Ebû Davud, Deavât, 1553.)


“Dört duâ vardır ki: reddolunmaz:

1- Dönünceye kadar hacının duâsı,

2- Evine gelinceye kadar gazinin duâsı,

3- İyileşinceye kadar hastanın duâsı,

4- Bir de kardeşin kardeşine gıyabında ettiği duâ.” (Tirmizî, Deavât, 129.)

Bunlardan en çabuk kabul olunan duâ kardeşin kardeşine gıyabında etdiğiduâdır.”


“Üç kişi vardır ki Allah onların duâlarını reddetmez:

1- İftar edinceye kadar-oruçlunun duâsı,

2- Mazlumun duâsı,

3- Adaletli devlet reisinin duası.” (Tirmizî, Deavat, 48; İbnMâce Dua, II)


“Üç dua vardır ki kabul olunacağında hiç şübhe yoktur:

1- Babanın, evlâdına duası,

2- Misafirin duası,

3- Mazlumun duası,” (Müslim, Deavat)


“İki dua vardır ki, Allah ile bu iki dua arasında hicâb yoktur: Biri mazlumun duası,Diğeri kardeşin kardeşe gıyabında duası.” (Nisa Sûresi. 5.)


Câfer-i Sâdık(r.a) Hazretleri buyurur: “Kulların en hayırlısı, kendisinde şu beş hasletin toplandığı kimsedir:

1) İyilik yaptığı zaman sevinir.

2) Yanlışlık yaptığı zaman istiğfâr eder.

3) Kendisine nîmet verildiği zaman şükreder.

4) İptilâya mâruz kaldığı zaman sabreder.

5) Haksızlığa uğradığı zaman affeder.” (İbn-i Şemsü’l-Hilâfe, el-Âdâbüʼn-Nâfia, s. 14.)

[Câfer-i Sâdık(r.a) Hazretleri, bu hikmetli nasihatiyle, kâmil bir müʼmininfârik vasıflarına dikkat çekmektedir. Buna göre bir müʼmin, iyilik yapmaktan, târifsiz bir lezzet duyar ve sâlih ameller işlemeyi, büyük bir huzur vesîlesi bilir. Hatâya düştüğünde ise derhâl tevbe eder, aslâhatâsında ısrar etmez. Bilâkis hatada ısrar etmenin, şeytanî bir huy olduğunu bilir. Dolayısıyla, samimî bir nedâmet içinde, hatâsının telâfisine çalışır.

Bu telâfinin yolu ise hadîs-i şerîfte şöyle ifâde buyrulur:

“Her nerede olursan ol, Allah’tan kork ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap, bu onu yok eder. İnsanlara güzel ahlâk ile muâmele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987)

Ayrıca kâmil bir müʼmin, Rabbinin kendisi hakkındaki takdîrini, kendi arzusundan daha kıymetli görür. Hakʼtan gelen acı-tatlı tecellîleri, dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâli ile karşılar. Esâsen bu hâl, kalbî huzurun da birinci şartıdır. Nitekim müʼminin bu vasfına, Rasûlullah-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle işaret buyurmaktadır:

“Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır vesîlesidir. Böylesi bir haslet, sadece mü’minde vardır: Mü’min, sevinecek olsa şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64)

Yani müʼmin, hayat imtihanında karşılaştığı -hayır veya şer- bütün tecellîlerden, uhrevî plânda kazançlı çıkmanın gayreti içinde olmalıdır. Bu sebeple de, şahsına karşı yapılan hatâ ve kusurları Allah için hoş görmeli, Allâhʼın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışmalıdır.]


“Üç kimse vardır ki dua ederler de icabet olunmaz:

1- Nikâhı altında kötü ahlâklı bir kadın bulunup da onu boşamayan erkek,

2- Bîr başkası üzerinde emânet mal bulundurup da şâhidle onu tesbît etmeyen,

3- Malını sefih bir kimseye veren adam. Çünkü Allah’u Teâlâ “Mallarınızı sefih (beyinsiz) kimselere vermeyiniz buyurmuştur. ” (Râmûzi’l-ehâdîs. en-Nisâ)


Câfer-i Sâdık(r.a) Hazretleri derki:

“Hayır işleri, ancak şu üç şeyle kemâle erer:

1) Karar verildiği an ihmâl edilmeyip hemen îfâ edilmesiyle,

2) Yapılan ameli küçük görüp benlikten uzak kalmakla,

3) Riyâdan sakınmak için, gizli olarak îfâ edilmesiyle!” (EbûNuaym, Hilye, III, 198.)

[Hayırlı işlerde acele etmek gerekir. Zira Allâhʼınrâzı olduğu bir hususta ağır hareket edilip ihmalkâr davranılırsa, araya pek çok mânî girer. Nefis ve şeytan da, kulu o hayırlı düşünceden vazgeçirmek için didinir dururlar. Vazgeçiremezlerse, bu defa da onun içini boşaltıp ecrini zâyî etmek maksadıyla, onu riyâ, kibir ve ucub gibi nefsânîgâyelerle bulandırmaya çalışırlar.

Sâlih amellerin en büyük düşmanı; gurur, kibir ve gösteriştir. Bunlardan korunmak için, yapılan hayrı gizlemek gerekir. Mecbûrenâşikâr olarak îfâ edilen hayırlarda ise, kalbi koruyup ihlâsı zedelememek îcâb eder. Ayrıca yapılan hayır ne kadar büyük olursa olsun, onu dâimâ az ve yetersiz görmek de, gönlü, gurur, kibir ve ucubdan koruyan bir fazîlettir.

Nitekim ârifzâtlar “iki şeyi unut” demişlerdir:

1) Yaptığın hayır-hasenâtı unut ki sana gurur, kibir ve ucub vermesin.

2) Sana yapılan kötülükleri unut ki, kalbinde kin ve öfke tohumları yeşermesin.

Buna mukâbil, “iki şeyi de unutma” buyurmuşlardır:

1) Yaptığın hatâ ve kusurları unutma ki tevbe ve telâfisiyle meşgul olup nefsinin büyüklenmesine mânî olasın.

2) Sana yapılan iyilikleri unutma ki, vefâsız ve nankör olmayasın.

Velhâsıl, kulun ebediyet yolculuğunda en kıymetli azığını zâyî etmemesi için, sâlih amellerinin üzerine titremesi îcâb eder. İhlâs sırrına büyük bir titizlikle riâyet etmesi gerekir. Aksi takdirde, bir taraftan doldurmaya çalıştığı heybesini, diğer bir tarafından boşaltır da, huzûr-i ilâhîye eli boş olarak gittiğinden haberi bile olmaz.]


Câfer-i Sâdık(r.a) Hazretleri: “Dostluk/arkadaşlık ancak kendi ölçüleri ile gerçekleşir. Kimde bu hasletlerden birini veya bir kısmını görürsen, bunu gerçek dostluğun alâmeti kabûl et:

* Dostluk ölçülerinin ilki, ivazsız garazsız (şahsî menfaat hesaplarından uzak) bir şekilde sana karşı samimî olmasıdır.

*İkincisi, senin zor duruma düşmeni kendi sıkıntısı olarak görmesi, senin iyilik ve güzelliğini de kendi iyiliği olarak görmesidir.

*Üçüncüsü, mal ve makâmın onu (yani mütevâzı hâlini) değiştirmemesidir.

*Dördüncüsü, imkânı dâhilinde olan hiçbir şeyi senden kıskanmamasıdır.

*Beşincisi ise bu hasletlerin hepsini cem eder; o da felâketler esnâsında seni terk etmemesidir.” (Safedî, el-Vâfîbi’l-Vefeyât, Beyrut 1420, XI, 100.)

[Bu âhir zamanda çoğu insan, menfaatinin dostudur. Bu itibarla, dostluk imtihanlarından geçmeyip zorluklarla test edilmediği için, şahsiyet ve karakteri bakımından lâyıkıyla tanınmayan kimselerin, dostluk iddialarına hemen aldanmamak gerekir.

Bu hususta Hz. Ömer -radıyallâhuanh-ʼın şu ölçülerini hatırdan çıkarmamak îcâb eder:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;

*Konuştuğunda doğru söylüyor mu?

*Kendisine bir şey emânet edildiği zaman emâneteriâyet ediyor mu?

*Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu?

İşte bunlara bakınız.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.)

Yine bir kişi, Hz. Ömer(r.a)’in yanında başka birini methediyordu. Hz. Ömer(r.a) ona:

“Medhettiğin kişiyle hiç yolculuk yaptın mı?” diye sordu. O ise:“Hayır.” dedi.

“Alışveriş gibi ictimâî bir muâmelen oldu mu?” “Hayır.”

“Peki sabah-akşam ona komşu oldun mu?” “Hayır.”

Bu cevaplar üzerine Hz. Ömer (r.a)şöyle dedi:“Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederim ki, sen onu tanımıyorsun!” (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Beyrut 1990, III, 312.)

Demek ki bir insan hakkında, onun gerçek hüviyetini ortaya çıkaracak olan birtakım muâmelât ile test etmeden hüküm vermemek gerekir. Dost seçiminde bu husus son derece mühimdir.

Allah için sevecek, Allah için îkâz edecek, Allah için himâye edecek ve zor gününde Allah rızâsı için elinden tutacak gerçek bir dosta sahip olan insan, dünyanın en kıymetli servetine sahip demektir.

Gerçek bir dost, “yâr olur, bâr olmaz”, yani dostuna yük olmadığı gibi, aksine onun yükünü hafifletmeye gayret eder.

Gerçek bir dost, yıldızlar gibi, ancak karanlık çöktüğünde ortaya çıkar. İmkânı nisbetinde dostunun kara gününü aydınlatmaya gayret eder, onun derdiyle dertlenir.

Bu bakımdan, rahatlık zamanlarının çay-kahve sohbetleri, gerçek dostluk zannedilmemelidir. Esas dostluk, zor zamanların dostluğudur.

Gerçek bir dost bulmak, son derece zor olduğu içindir ki, müʼminin vazifesi, evvelâ kendisi gerçek bir dost olmaya çalışarak, bu nevî dostların çoğalması yolunda canlı bir örnek olmaya çalışmaktır.]

فَاِذَا قَرَاْتَ الْقُرْاٰنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ ﴿98﴾

“Kur’an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl Suresi,98) ”Euzübillahimineşşeytanirraciym”De

اِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذ۪ينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِه۪ مُشْرِكُونَ۟ ﴿100﴾

“Şeytanın hâkimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl Suresi,100)

Câfer-i Sâdık(r.a) Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm okumadan önce yapılan “istiâze”nin, yan İlâhî rahmetten kovulmuş olan şeytandan Allâh’a sığınırım.” duâsının hakîkatini şöyle îzah buyurmuştur:“(Gerçek) istiâze, Kur’ân kıraatine tâzîm olmak üzere, ağzı yalan, gıybet ve iftirâdan temizlemektir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, X, 515, [en-Nahl, 100].

[Müʼmin, abdest alırken ağzını yıkayıp onu Kurʼân-ı Kerîm tilâvetine ve Cenâb-ı Hakkʼın zikrine lâyık bir zâhirî temizliğe kavuşturduğu gibi; yalan, gıybet, iftirâ ve benzeri çirkin huyları da, tevbe, istiğfar ve gözyaşı ile yıkayıp kalbini de mânevî bir temizliğe tâbî tutmalıdır. Zira Kurʼân-ı Kerîm, asıl kalp ile okunur. Kalbî temizlikle okunmayan Kurʼânʼdan, gerçek mânâda bir feyz ve rûhâniyet alınamaz.

Hz.Âişe-radıyallâhuanhâ- vâlidemizin şu îkâzı ne kadar ibretlidir: “Ne tuhaftır ki insan, Müslüman kardeşi için sarf ettiği çirkin sözden dolayı değil de, yediği helâl lokmadan dolayı ağzını yıkar!” (Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd, I, 59.)

Hakîkaten kalp, çirkin huylarla kirlenmiş olduktan sonra, bedeni ve dış görünüşü temizleyip süslemenin hiçbir mânâsı kalmaz. Nitekim eski bir İstanbul hamamının kitâbesinde şu mânidâr beyit yer alırmış:

Tıynetin nâ-pâk ise, hayr umma sen germâbeden,

Önce tathîr-i kalb et, sonra tathîr-i beden!..

Yani; “Kötü huylu ve bozuk karakterli bir kimse isen, hamamdan bir hayır umma! Tam bir temizlik istiyorsan, evvelâ kalbini, sonra da bedenini yıka!..”

Büyük velîlerden İbrahim bin Edhem(r.a) Hazretleri, bir gün, sızmış hâldeki bir ayyaşın pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamıştı. Bunu niçin yaptığını soranlara da:

“Eğer yüce Allâh’ı zikretmek için yaratılan dili ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu…” demişti.

Sarhoş ayıldığında ona: “Horasan zâhidi İbrahim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler. Bu durumdan mahcub olan ayyaşın gönlü de uyandı ve:

“Öyleyse ben artık tevbe ettim…” dedi.

Bu tevbeye vesîle olan İbrahim bin Edhem(r.a) Hazretleri’ne rüyasında Hak katından şöyle nidâ edildi: “Sen Biz’im için onun ağzını yıkadın; Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”]

Cenâb-ı Hak, cümlemizi, zâhirî ve bâtınî temizliğe muvaffak eylesin. Râzı olduğu bir kulluk hayatı yaşayıp huzûr-i ilâhîsine kalb-i selîm ile, yani mânen arınmış bir kalp ile çıkabilmeyi nasîp ve müyesser eylesin. Âmîn!..


 Öne Çıkanlar

 

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi