Hür Katip | Bilim Kültür Sanat Edebiyat

FECR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU, ANLAMI, ARAPÇA YAZILIŞI, TEFSİRİ VE ÖNEMİ

Mekke döneminde inmiştir. 30 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “el-Fecr”kelimesinden almıştır. Fecr, tan yerinin ağarması vakti demektir.

Bismillâhirrahmânirrahîm

1. Vel-fecr(i)

2. Ve leyâlin ‘aşr(in)

3. Ve-şşef’i vel-vetr(i)

4. Velleyli iżâ yesr(i)

5. Hel fî żâlike kasemun liżî hicr(in)

6. Elem tera keyfe fe’ale rabbuke bi’âd(in)

7. İrame żâti-l’imâd(i)

8. Elletî lem yuḣlak miśluhâ fî-lbilâd(i)

9. Ve śemûde-lleżîne câbû-ssaḣra bil-vâd(i)

10. Ve fir’avne żî-l-evtâd(i)

11. Elleżîne taġav fî-lbilâd(i)

12. Fe-ekśerû fîhâ-lfesâd(e)

13. Fesabbe ‘aleyhim rabbuke sevta ‘ażâb(in)

14. İnne rabbeke lebilmirsâd(i)

15. Fe-emmâ-l-insânu iżâ mâ-btelâhu rabbuhu fe-ekramehu ve na’’amehu feyekûlu rabbî ekramen(i)

16. Ve emmâ iżâ mâ-btelâhu fekadera ‘aleyhi rizkahu feyekûlu rabbî ehânen(i)

17. Kellâ(s) bel lâ tukrimûne-lyetîm(e)

18. Velâ tehâddûne ‘alâ ta’âmi-lmiskîn(i)

19. Ve te/kulûne-tturâśe eklen lemmâ(n)

20. Ve tuhibbûne-lmâle hubben cemmâ(n)

21. Kellâ iżâ dukketi-l-ardu dekken dekkâ(n)

22. Ve câe rabbuke vel-meleku saffen saffâ(n)

23. Ve cî-e yevme-iżin bi-cehennem(e)(c) yevme-iżin yeteżekkeru-l-insânu ve ennâ lehu-żżikrâ

24. Yekûlu yâ leytenî kaddemtu lihayâtî

25. Feyevme-iżin lâ yu’ażżibu ‘ażâbehu ehad(un)

26. Velâ yûśiku ve śâkahu ehad(un)

27. Yâ eyyetuhâ-nnefsu-lmutme-inne(tu)

28. İrci’î ilâ rabbiki râdiyeten merdiyye(ten)

29. Fedḣulî fî ‘ibâdî

30. Vedḣulî cennetî

FECR SURESİ MEALİ (ANLAMI)

1. Yemin olsun fecre,

2. On geceye,

3. Çifte ve teke,

4. Geçip gitmekte olan geceye!

5. Akıl sahibi olanlar için, bunlarda gerçeği kanıtlayan bir yemin değeri var, değil mi?

6. Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine?

7. Yüksek binalarla dolu İrem’e?

8. Ki, beldeler arasında onun eşi benzeri yaratılmamıştı.

9. Vâdilerde kayaları oyup yontarak sağlam evler yapan Semûd kavmine?

10. Büyük saltanat ve çok sağlam kaleler sahibi Firavun’a?

11. Bunların hepsi, yaşadıkları ülkelerde azdıkça azdılar.

12. Taşkınlıklarıyla oralarda çokça bozgunculuk yaptılar.

13. Bu yüzden Rabbin onlar üzerine azap kamçıları yağdırdı.

14. Çünkü Rabbin, kullarını devamlı sûrette gözetlemektedir.

15. Ama insan, Rabbi onu varlıkla sınayıp da kendisine ikramda bulunduğu ve bol bol nimetler verdiği zaman: “Rabbim beni şerefli kıldı” der.

16. Buna karşılık onu darlıkla sınayıp da rızkını kısıverince: “Rab­bim beni rezil, perişan etti” der.

17. Hayır! Doğrusu siz, Allah’tan ikram bekliyorsunuz ama kendiniz yetîme değer vermiyor, ona ikram etmiyorsunuz.

18. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.

19. Mirastan ne gelse, helâl-haram demeden alabildiğine yiyorsunuz.

20. Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz.

21. Hayır! Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz olduğu,

22. Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!

23. O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o gün, tüm yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?

24. Ölümcül bir pişmanlık içinde: “Keşke sağlığımda şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım” der.

25. O gün Allah’ın vereceği azabı hiç kimse veremez.

26. O’nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.

27. Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!

28. Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!

29. Dürüst ve samimi kullarımın arasına katıl!

30. Cennetime gir!

FECR SURESİ ARAPÇA YAZILIŞI

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَالْفَجْرِۙ ﴿١

وَلَيَالٍ عَشْرٍۙ ﴿٢

وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِۙ ﴿٣

وَالَّيْلِ اِذَا يَسْرِۚ ﴿٤

هَلْ ف۪ي ذٰلِكَ قَسَمٌ لِذ۪ي حِجْرٍۜ ﴿٥

اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِعَادٍۙۖ ﴿٦

اِرَمَ ذَاتِ الْعِمَادِۙۖ ﴿٧

اَلَّت۪ي لَمْ يُخْلَقْ مِثْلُهَا فِي الْبِلَادِۙۖ ﴿٨

وَثَمُودَ الَّذ۪ينَ جَابُوا الصَّخْرَ بِالْوَادِۙۖ ﴿٩

وَفِرْعَوْنَ ذِي الْاَوْتَادِۙۖ ﴿١٠

اَلَّذ۪ينَ طَغَوْا فِي الْبِلَادِۙۖ ﴿١١

فَاَكْثَرُوا ف۪يهَا الْفَسَادَۙۖ ﴿١٢

فَصَبَّ عَلَيْهِمْ رَبُّكَ سَوْطَ عَذَابٍۙۖ ﴿١٣

اِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِۜ ﴿١٤

فَاَمَّا الْاِنْسَانُ اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ رَبُّهُ فَاَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَكْرَمَنِۜ ﴿١٥

وَاَمَّٓا اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَهَانَنِۚ ﴿١٦

كَلَّا بَلْ لَا تُكْرِمُونَ الْيَت۪يمَۙ ﴿١٧

وَلَا تَحَٓاضُّونَ عَلٰى طَعَامِ الْمِسْك۪ينِۙ ﴿١٨

وَتَأْكُلُونَ التُّرَاثَ اَكْلاً لَماًّۙ ﴿١٩

وَتُحِبُّونَ الْمَالَ حُباًّ جَماًّۜ ﴿٢٠

كَلَّٓا اِذَا دُكَّتِ الْاَرْضُ دَكاًّ دَكاًّۙ ﴿٢١

وَجَٓاءَ رَبُّكَ وَالْمَلَكُ صَفاًّ صَفاًّۚ ﴿٢٢

وَج۪ٓيءَ يَوْمَئِذٍ بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ يَتَذَكَّرُ الْاِنْسَانُ وَاَنّٰى لَهُ الذِّكْرٰىۜ ﴿٢٣

يَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي قَدَّمْتُ لِحَيَات۪يۚ ﴿٢٤

فَيَوْمَئِذٍ لَا يُعَذِّبُ عَذَابَهُٓ اَحَدٌۙ ﴿٢٥

وَلَا يُوثِقُ وَثَاقَهُٓ اَحَدٌۜ ﴿٢٦

يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ ﴿٢٧

اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ ﴿٢٨

فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ ﴿٢٩

وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي ﴿٣٠

FECR SURESİ NUZÜLÜ

Mushaftaki sıralamada seksen dokuzuncu, iniş sırasına göre onuncu sûredir. Leyl sûresinden sonra, Duhâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

FECR SURESİ'NİN KONUSU

Sûrede peygamberlere karşı çıkan ve ilâhî mesajı reddeden bazı eski toplulukların başlarına gelen felâketler hatırlatılmakta; Allah Teâlâ’nın insanı çeşitli yollarla imtihan etmesine değinilmekte, bazı insanlardaki mal tutkusu ve bencillik duygusu eleştirilmekte; kıyamet halleri, iyi ve kötü insanların âhiretteki durumları anlatılarak insanlar uyarılmaktadır.

FECR SURESİ TEFSİRİ

“Şafak vakti” diye çevirdiğimiz fecr kelimesi masdar olarak “tan yerinin ağarması”, isim olarak belirttiğimiz anlamı yanında, “sabah aydınlığı, şafak vakti, tan yerinin ağarma zamanı” gibi anlamlara gelmektedir. Tan yerinin ağarma zamanı ortalığın aydınlanmaya, canlıların da uyanmaya başlaması, bir çeşit yeniden dirilmeye benzediği için yüce Allah sabah aydınlığına yemin ederek aşağıda anlatılacak konulara dikkat çekmiştir (Râzî, XXXI, 161; ayrıca krş. Tekvîr 81/18). 2. âyette geçen on gecenin, hac ayı olan zilhiccenin ilk on gecesi, hicrî yılın birinci ayı olan muharremin ilk on gecesi, ramazanın ilk veya son on gecesi olduğu yönünde değişik rivayetler vardır. Ancak birinci mâna tercihe daha uygundur. Çünkü bu sûre Mekke’de indiğine, ramazan orucu ise Medine’de farz kılındığına göre ikinci ve üçüncü şıklardaki günler sûrenin indiği dönemde özel bir önem taşımıyordu. Zilhiccenin ilk on günü ise sûrenin inmesinden önce de Araplar’da kutsal sayılıyordu.

3. âyette geçen “çift ve tek”ten neyin kastedildiği konusunda da farklı yorumlar bulunmakla birlikte, çift olanıyla tek olanıyla bütün varlıklar üzerine yemin edildiğini söylemek en uygun olanıdır. Çünkü varlık yokluğa göre bizâtihî bir değerdir. Nitekim İslâm düşünce tarihinde varlık hayır, yokluk şer kabul edilmiştir. Ayrıca burada belli varlıklardan ziyade bu kavramlara (tek ve çift) dikkat çekildiği; mutlak tek olan Allah’ın dışında “tek”in bulunmadığı, tek gözüken yaratılmış varlıkların ortak özelliklerinin bulunması itibariyle çift ve benzer olduklarına işaret edildiği de söylenebilir (bilgi için bk. Şevkânî, V, 506; Ateş, X, 457). 4. âyette zikredilen “geçip gitmekte olan gece”nin, “Müzdelife gecesi” veya “bayram gecesi” olduğu söylenmiştir (bk. Elmalılı, VIII, 5797). Ancak ifadenin mutlaklığını ve başka pek çok âyette birçok kozmik varlık ve olaylara, belirleme yapılmaksızın yemin edildiğini dikkate alarak bunu da bütün geceler olarak anlamak daha uygun olur.

5. âyetteki “Aklı olan kimse için bunlar yemine konu olacak kadar önemli değil midir?” cümlesinin başında aslında soru edatı bulunmakla birlikte bunun, kesinlik edatı olan “kad” anlamıyla kullanıldığı konusunda görüş birliği vardır. Bu ifade tarzı, yukarıda kendilerine yemin edilen varlıkların çok önemli varlıklar olduğunu gösterir. Uygun olan her türlü takdire açık olsun diye yeminlerin cevabı yani ne maksatla yemin edildiği belirtilmemiştir. Müfessirlere göre Allah Teâlâ bu dört âyette kendi katında önemli olan varlıklara yemin ederek öldükten sonra dirilme, kıyamet, hesap, ceza ve mükâfatın gerçekleşeceğini vurgulamıştır; yahut yeminin cevabı “Çünkü rabbin her şeyi yakından izlemektedir” meâlindeki 14. âyettir. Bu da şöyle yorumlanmıştır: Yukarıda sayılanlara yemin olsun ki rabbin her şeyi yakından izlemektedir; hiçbir şey O’nun bilgisi dışında değildir; O, bütün yapıp ettiklerinizi bilmektedir ve karşılığını ceza veya ödül olarak verecektir” (Şevkânî, V, 507).

“Akıl” mânasında kullanılan hıcr kelimesinin kök anlamı “engel­lemek”tir, akıl kavramının sözlük anlamı da aynıdır. Akıl, insanı yanlış bilgi ve düşünceden, kötü davranışlardan alıkoyma yeteneğine sahip olduğu için ona bu isim verilmiştir. Buna göre âyet, genel olarak ilâhî bildirimlerin, özellikle de bu âyetlerde üzerlerine yemin edilen doğal varlık ve olayların anlam ve değerini, Allah’ın neden bu varlıklar üzerine yemin ettiğini, insanın ancak aklını doğru kullanarak anlayabileceğini ifade etmektedir.

(6-14) Bu kümedeki âyetlerde, geçmişte bazı toplulukların inkâr ve azgınlıkları yüzünden nasıl helâk edildiklerine, maddî güç ve imkânları olsa da bunların kendilerini ilâhî cezadan kurtaramadığına dikkat çekilmekte ve sonraki nesillerin bunlardan ders çıkarmaları hedeflenmektedir. Hz. Nûh’tan sonra tarih sahnesine çıkmış olan Âd kavmi, Yemen’de Uman ile Hadramut arasındaki bölgede yaşamış eski ve önemli bir Arap topluluğudur. İrem ise Âd kavminin bir kolu olup adını kabilenin atası olan İrem’den almıştır. Aynı zamanda topluluğun yerleşim merkezine de bu ad verilmiştir. “Memleketler içinde benzeri görülmemiş olan, sütunlarla dolu İrem’e” şeklinde çevrilen 7-8. âyetlerde, son derece mâmur ve azametli sütunlarıyla görkemli yapıları, rengârenk bağları ve bahçeleriyle tanınan İrem şehri söz konusu edilmiştir (bilgi için bk. Ömer Faruk Harman, “İrem”, DİA, XXII, 443). Bu âyetlere “Ülkelerde benzerleri yaratılmamış İrem halkına” şeklinde de mâna verilmiştir. Şevkânî bu mânayı tercih eder. Bu takdirde âyet burada yaşayan Âd kavminin güçlü, benzeri görülmemiş ve uzun ömürlü bir uygarlık kurduğuna işaret etmiş olur (bk. Fethu’l-Bârî, V, 508-509; krş. Rûm 30/9; Fussılet 41/15). Ancak onlar Hûd peygamberi yalancılıkla suçlamaları sebebiyle güçlerine rağmen helâk olup gitmişlerdir (bk. Hâkka 68/6-7; Âd kavmi hakkında bilgi için bk. Hûd 11/50-60).

Semûd kavmi de, kendilerine gönderilen Sâlih peygamberi yalancılıkla itham ettikleri için aynı âkıbete uğramıştır (bilgi için bk. A‘râf 7/73-78; Hûd 11/61-68; Hâkka 68/4-5).

Zikredilen son örnek Firavun’dur. Sözlükte, “kazıklar sahibi anlamına gelen zü’l-evtâd deyimi, Firavun’un binlerce çadırlık askerî gücünü ve toplumsal itibarını ifade eden mecazi bir anlatımdır (diğer yorumlar için bk. Kur’an Yolu, Sâd 38/12).

Bu âyetlerde özellikle şu noktalar dikkati çekmektedir: a) 6. âyetteki “görmedin mi?” sorusundan Kur’an’ın ilk muhataplarının, anılan kavimlerin hayat hikâyeleri ve başlarına gelen felâketler hakkında kulaktan dolma da olsa bazı bilgilere sahip oldukları anlaşılmaktadır; ayrıca onların uygarlıklarına ait bazı kalıntıları görmüş veya duymuş da olabilirler. b) Bu âyetlerde söz konusu edilen kavimlerin iki özelliğine dikkat çekildiği görülmektedir: İlki çok güçlü olmaları, ikincisi de ülkelerinde azgınlığa sapmaları, günah ve isyanda sınır tanımamaları ve durmadan fesat çıkarmaları. Şu halde bir toplumda özelde yöneticiler ve genelde sorumluluğu olan herkes, inanç ve davranışlarında, uygulamalarında Allah’ın hükümlerini, kitabının ve peygamberinin davetini hiçe sayar, hak ve adalet ölçülerinden sapar ve sonuçta ülkeyi fitne fesat ortamı haline getirirlerse, kaçınılmaz felâketi de hak etmiş olurlar.

“Bu yüzden rabbin onların üzerine kırbaç gibi ceza yağdırdı” meâlindeki 13. âyet anılan topluluklara çok çeşitli ve peşpeşe cezaların da verildiğini göstermektedir. Nitekim bu cezalar Kur’an’da çeşitli yerlerde açıklanmıştır (meselâ bk. A‘râf 7/133-134).

“Çünkü rabbin her şeyi yakından izlemektedir” meâlindeki 14. âyet, Allah’ın ilminin sonsuz olduğunu, bütün kullarının tutum ve davranışlarını gözetleyip kontrol ettiğini bildiren kapsamlı bir uyarı ifadesidir.

(15-20) Azgınlık ve taşkınlıkları yüzünden helâk edilen kavimlerin durumu haber verilerek gereken uyarı yapıldıktan sonra insanoğlunun azmasına ve kötü sonuçlara sürüklenmesine sebep olan, kendini beğenmişlik ve bencillik duygularından gelen başka zaaflarına dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber Mekke müşriklerine tuttukları yolun yanlış olduğunu, bu gidişleriyle bir gün mutlaka Allah tarafından cezalandırılacaklarını hatırlattıkça onlar da tam tersine, kendi yollarının doğru olduğunu, nitekim bu sayede Allah tarafından kendilerine bol nimetler ve servetler ikram edildiğini savunuyorlardı. Şu halde 15. âyetteki “insan” kelimesiyle bilhassa belirtilen karakterdeki Mekke müşrikleri ve aynı karakteri taşıyanlar kastedilmiştir. Yüce yaratıcı, hikmeti ve imtihan düzeni gereği, böyle birini çeşitli yeteneklerle donatıp bol nimete kavuşturduğunda o, bu nimetlerle bir sınamadan geçirildiğini, bunların bir hikmetle kendisine verildiğini düşünerek şükrünü yerine getirmesi gerekirken, bu sorumluluğu aklından bile geçirmez; sadece kuru bir lâf olarak “Rabbim bana lütfetti” deyip elindekiyle mutlu olmaya bakar. Sahip olduğu nimetlerden başkalarını yararlandırarak onların da bu mutluluğa ortak olmaları yönünde bir gayret göstermez. Fakat aynı insan rızkında bir daralma olduğunda bunun da bir hikmet gereği meydana geldiğini, uhrevî bir mükâfata erişmesine veya akılsızca bir zevk ve safaya düşmekten korunmasına vesile olabileceğini yahut kendi kusurunun, çalışma ve gayretteki noksanlığının bir neticesi olabileceğini düşünerek sabretmesi ve kusurlarını gidermesi gerekirken o, kendisinin Allah tarafından göz ardı edildiği ve haksızlığa uğradığı iddiasında bulunma anlamına gelebilecek davranışlar içine girer, yakınıp sızlanmaya ve isyan etmeye başlar.

Yaygın yoruma göre “Mirası hak hukuk demeden yiyorsunuz” meâlindeki 19. âyette, erkeklerin kadınların miras payına da el koymaları, kezâ yetimlere kalan mirası gasbetmeleri kınanmaktadır.

Bu âyetler bir bütün olarak değerlendirildiğinde burada söz konusu edilen imtihanı (ibtilâ) kazanmanın iki temel ölçüsünün olduğu ortaya çıkmaktadır: 1. Nimetin asıl sahibinin Allah olduğunu, O’nun nimeti bize, liyakatimiz dolayısıyla vermeye mecbur olduğu için değil, bir lütuf olarak verdiğini bilmek ve O’na minnettar olup şükretmek; nimetini kıstığı zaman da hükmüne razı olup sabretmek; 2. Allah’ın verdiği nimetleri yoksul ve himayeye muhtaç olanlarla paylaşmak, buna başkalarını da teşvik ederek bu hususta toplumsal bir duyarlılığın gelişmesine, dayanışma ve yardımlaşmanın kurumsal bir hale gelmesine katkıda bulunmak. Mekkî sûrelerin ana konularından olan bu iki davranış ölçüsü, İslâmî kaynaklarda, “Allah’ın emrine saygı, Allah’ın yarattıklarına şefkat” şeklinde formülleştirilmiştir (meselâ bk. Râzî, XXXI, 170). Gerek bu âyetlerde gerekse Kur’an-ı Kerîm’in bütününde oluşturulmak istenen temel dinî, ahlâkî, toplumsal zihniyetin özü budur. 15-20. âyetlerde müşrik Araplar’daki Allah’a karşı küstahlık derecesine kadar varan benlik iddiası, “öteki”ne karşı tam bir sorumsuzluk ve ilgisizliğe götüren egoizm ve çılgınca bir mal tutkusu son derece veciz ve etkileyici bir üslûpla anlatılıp eleştirilirken müslümanlar da Allah’ın iradesine uygun bireysel ve toplumsal hayatın dinî ve ahlâkî temeli konusunda aydınlatılmıştır.

(21-26) Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu âyetler, benlik iddiasına, mal-mülk sevdasına kapılarak Allah’a ve insanlara karşı sorumluluğunu unutan insana, hayatın geçiciliğini, kıyametin dehşetini, bunun ardından kendisini bekleyen, hak ettiği büyük cezayı ve sonuç vermeyecek pişmanlığı hatırlatmaktadır.

“Rabbin gelip melekler de saf saf dizildiğinde” diye çevirdiğimiz 22. âyeti, selef dediğimiz daha çok ilk dönem müfessirleri herhangi bir te’vile gitmeksizin âyetin lafzına bağlı kalarak anlamışlardır. Bu âlimler, hesap gününde Allah’ın geleceğine inanırlar, fakat “gelmek”ten maksadın ne olduğu bilgisini Allah’a bırakırlar. Halef denilen sonraki müfessirler ise tenzih ilkesinden hareket ederek âyeti, “Allah’ın gelmesinden maksat O’nun emrinin gelmesidir” şeklinde te’vil etmişlerdir. Buna göre âyetin meâli şöyle olmaktadır: “Rabbinin emri gelip melekler de saf saf dizildiğinde...” Allah’ın veya emrinin gelmesi ve meleklerin saf saf olması gayb âleminden olduğu için bunların mahiyeti hakkında bir şey söylemek mümkün değildir. Müminlerin görevi âhiret hayatına ve dünyada yaptıklarından dolayı orada Allah’ın huzurunda hesap vereceklerine iman etmek ve bu imanın gereklerini yerine getirmektir.

(27-30) Yukarıda kendisini beğenmiş, bencil ve muhteris insan tipini eleştiren âyetlerin, dolaylı olarak samimi müminler için de “Allah’ın emrine saygı ve Allah’ın yarattıklarına şefkat” şeklinde özetlenen bir inanç ve yaşama modeli ortaya koyduğu ifade edilmişti. İşte 27. âyette sözü edilen “imanın huzuruna kavuşmuş insan”, dünya hayatını bu modele göre yaşayıp tamamlamış olan mümindir. Bu âyetlerde, “Ona âhirette şöyle seslenilecek” gibi bir ifadeye yer verilmeden, doğrudan insana hitap edilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın bu yapıdaki kullarına çok güzel bir iltifatı ve özellikle âyetlerin, doğrudan kulu muhatap alan son derece zarif ve sıcak üslûbu, inanan insana, uhrevî saadetin bu dünyaya kadar yayılan müjdeli bir kokusu gibi gelmektedir. “İmanın huzuruna kavuşmuş insan” diye çevirdiğimiz “nefs-i mutmainne” bu bağlamda yukarıda başlıca özelliklerine değinilen modele göre bir dünya hayatı yaşayarak ruhunu kemale erdirmiş mümini ifade eder.

Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insanın iç çatışmaları yatışmış, sıkıntı ve gerilimleri son bulmuştur; o Allah ile barışık, insanlarla barışık ve kendisiyle barışıktır; dolayısıyla huzur ve tatmin içerisindedir. İnsan için en büyük saadet, kulluktaki kemali sayesinde rabbini kendisinden hoşnut etmiş, rabbi tarafından ödüllendirilerek kendisi de O’ndan hoşnut kalmış olmasıdır. Allah Teâlâ’nın cennetine kabul ettiklerini “Benim kullarım” diye anması iltifatların en güzelidir. Bu sevgi ve hoşnutlukların kullara kazandırdığı son nimet ise cennete kabul edilip, orada bütün tasavvurların üstünde bir mutluluk verecek olan “bütün nimetlerden daha üstün” olduğu bildirilen (Tevbe 9/72) bir “rıdvân”a erişmeleridir.

FECR SURESİ DİNLE




 Öne Çıkanlar

 

Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi